Yıldızsız Bir Gece


13
1 Paylaş, 13 puanlar

YILDIZSIZ BİR GECE

“Kalbin ya paramparça kırılmak ya da taş gibi katılaşmak zorunda kaldığı bu dünyayı terk ediyorum.”

Geriye tek bir cümle bırakmış. Sessiz sedasız tek bir cümle.  Yer gök birbirine karışmış, dışarda kıyamet kopuyor. Gökyüzü içini boşaltırcasına günlerdir kendini arıyor. Evin içi ise boşluğa atılmış adımlarla dolu. Bulamadığı sesler içinde yankılanıyor. Geriye sahipsiz kelimeler kalıyor.

İlk kez bu düşünceleri kendime itiraf ettiğim zaman, öylece çakılıp kalmıştım. Kafamın içinde kendime çarpıp durmalarım ortadan kaybolmuştu. Ben kaybolmuştum.

YANSIMA

Göğsüm ağzımda, hiç durmayacak gibi koşuyorum. Koşuyorum arkama bakmaksızın. O kadar hızlı adımlarla ilerliyorum ki, etraf flulaşmaya başlıyor. Bastığım yerler sanki ayağımın altından kayıp gidiyor. Artık çevremdeki hiçbir şeyi seçemez oldum. Aslına bakacak olursak, kendimi de seçemiyorum. Bacaklarım ağrıyor, göğsüm yanıyor, gözlerim kararıyor. Oracığa yığılıyorum.

Gözlerimi açıyorum karanlığın içindeyim. Hiçbir şey göremiyorum. Yerimden doğrulmaya çalışıyorum, dengemi zor buluyorum. Ama yeri de hissetmiyorum. Karanlığın ve boşluğun tam ortasındayım sanki. Hiçbir şey anlamadan adımlar atmaya başlıyorum. Ellerimle sağı solu yokluyorum. Çok garip bu hiçliği ve sessizliği, tüm bedenimde hissetmeye başlıyorum. Bir anda adımımı attığım yerlerden yansımalar beliriyor. Yavaş yavaş hislerim geri geliyor. Her taraftan sular dolmaya başlıyor. Artık tamamen  suyun içindeyim. Alt üst olmuşum ve suyun ters yüzünde yürüyorum. Soluduğum şey hava değil, içime dolan da su değil. Bir anda yansımam benden uzaklaşıp gidiyor. Arkasından bakakalıyorum. Suların derinliklerine doğru kendimi bırakıyorum.

Artık başka bir gezegendeyim. Her şey farklı. Ellerimle yüzüme bedenime dokunuyorum. Sanki bambaşka biriyim, başka bir şeyim. Kendime ve bu yepyeni evrene adım atmaya çekiniyorum. Parlak rengi belirsiz bir ışık gökyüzünden tüm gezegene sızıyor. Uzakları görmeme engel oluyor. Düşlerimde bile böyle bir yer hayal edemezdim. Kelimeler bile bu yerin içinde kaybolup gidiyor. Hiçbir sıfatla tanımlayamıyorum. Güzel, çirkin, huzurlu, soğuk, sıcak hiçbiri burası için yeterli değil. Yeni bir evrene yeni bir dil gerekli…

Burada bir başıma ne yapacağım. Bir ben kalsam da yaşamaya değer mi hayat? Hayat paylaşınca yaşanır olmuyor muydu? Ne kadar saça olsa da kendimizin değerini, diğer insanların bakış açılarına göre belirlemiyor muyduk? Bir adaya düşmüş insanların tek umudu adadan kurtulmak değil mi? O umut için hiç farkına varmadan adada bir dünya inşa etmiş ve hayatlarını bir şekilde geçirmiş olsalar da. Gerçek hayat da öyle değil mi? Hepimiz kendi adalarımızda kaybolmadık mı? Ve hepimiz bu adadan kurtulmak umuduyla yaşarken, hayatlarımızı tüketmedik mi?

Ama burası ada değil, ne olduğu bile belli değil. En iyisi dünyada en çok sevdiğim şeyi yapayım: yürümek… Daha ilk adımımı atar atmaz o evrenden düşüyorum. Uyandığımda ise yine aynı yatak, yine aynı yollar beni bekliyor.

KARINCA

İnsanın canı nasıl sıkılır hiç anlayamadım. Canımın sıkılacağı kadar kendimle baş başa kalamadım. O yüzden kendime en uzak, en yabancı kişi de ben oldum. Yorgun bir beden ve zihin olunca tek yapmak istediğim bir köşeye kıvırılıp uyumak. Günde 16 saat çalışmak… Geriye kalan zamanımda ise bir şeyler yiyip, zihnimin susmasını beklemek… Zamandan geriye ise hiçbir şey kalmıyor. Aslında böyle bir yaşam hiç olmazsa da olur.

Sonunda bu hayattan kurtulmanın yolunu bulmuştum: “Hırsızlık”. Ama nasıl yapacaktım.  Hem çalmanın suç olmasını geçtim, bana uygun bir davranış mıydı? Şimdiye kadar kimsenin hakkını yememiştim. Yerde cüzdan bulunca götürüp teslim etmişimdir. Para üstü fazla verseler hemen uyarmışımdır. Nasıl olacaktı peki? Sonra çok dar kapsamlı düşündüğümü anladım. Hırsızlık illa gidip  birini soymak değildi ki. Çalmadan zengin olan bir kişi var mıdır bu hayatta? Emek sömürüsünden bahsetmiyorum bile.  Ürünlerin maliyet fiyatının kaç katına satılmasından da bahsetmiyorum. Ya bankalar; hiçbir şey üretmeden koskoca bankalar nasıl ayakta durabiliyorlar. En büyük hırsıza gelmedim bile; kim mi onlar? Tabi ki devletler. Devletler nasıl kurulur? Nasıl büyür? Düşündünüz mü hiç? Şanlı tarihleri düşmanı nasıl dize getirdikleri ve nereleri ele geçirdikleri (işgal ettikleri) ile yazılıdır. Şu anda bile savaşın olmadığı zaman da bile, devletinizin sizin nelerinizi çaldığının farkında mısınız? Değil misiniz? İşin vicdani boyutunda bir sıkıntım olmayacağına kendimi ikna etmiştim.

Yalnız kimi soyacaktım? Tek başıma plan yapacak kadar ne aklım ne yeteneğim vardı. Bunu tek bir kişiyle paylaşabilirdim; kardeşimle… Ne derdi ki acaba. Beni bu saçma düşünceden caydırmaya çalışacağına eminim. Benim gibi aklı bir karış havada değildir O’nun. Gerçekçidir ve o gerçekler eninde sonunda hep kapımızı çalmıştır. Fikir olarak bile paylaşsam yeterdi. Akşamın olmasını iple çekmeye başladım.

İnsanın içinde yeni bir umut açınca, yüreğinde bedeninde anlamlandıramadığı şeyler olmaya başlar. Ve sırf o anların büyüsü uğruna yaşamaya değer buluruz.

Yine uzun saatler çalıştığım bir gündü ama bugün hiçbir yorgunluk hissetmiyordum. Dış görünüşümden soyutlanalı çok olmuştu. Ama bugün aynaya  baktığımda göz altımdaki morluklar bile azalmıştı sanki. Daha bu yaşta saçım sakalım ağarmıştı ama onlar bile gözüme güzel gelmeye başlamıştı. Gözlerimin içi parlıyordu. Saat 10 olsa da çıksam eve gitsem kardeşim uyumadan O’na düşüncelerimi açsam diyordum. Zaman göreceli bir kavram, borçlarımın günü olsaydı saat tıkır tıkır işler ve o an hemen gelirdi. Şimdi ise bir türlü geçmiyor…

Söyleyeceklerimi gün boyunca kafamda tasarladım. İkna etmek için her türlü şeyi deneyecektim. Eve girer girmez konuşmalıyız dedim. “Uyumak üzereyim, yarın konuşsak olmaz mı” dedi. “hayır, yarını bekleyemem. Sonunda bu sefil hayatımızdan kurtulmanın bir yolunu buldum.” “Neymiş o” “nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum ama uzatmadan söyleyeyim, bir yer soyacağız”  “Ben de bir şey söyleyeceksin sandım. Saçmalamayı bırakırsan uyumaya gidiyorum” Ve gidip uyudu. Beni dinlemedi bile.

Kardeşimi nasıl ikna ettim ben bile bilmiyorum. Hiç konuşmadığımız bir günün akşamında ne zaman soyuyoruz dedi. Cevap bile veremedim o an.

AYRILMA

Artık o büyük gün gelmişti. Soyacağımız ev kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde, ormanın içinde, kendisinden başka kimsenin haberinin olmadığı bir yerdi. Burayı uzun yürüyüşler sırasında kaybolduğum bir gün keşfetmiştim. Bu yer sanki başka bir gezegene, başka bir evrene aitti. Çevresine yaklaşınca bile adımlarım farklılaşıyor, nefes alıp verişim değişiyordu. Ahşaptan yapılmış, iki katlı bir evdi. Akşamları pencerelerinden sarı loş bir ışık gelirdi ve kimseler görünmezdi. İçerde çok değerli sanat eserleri ve mücevherlerin olduğunu öğrenmem ise tamamen tesadüftü ama evden uzak durmam söylendi. Son aylarım evi gözetlemekle geçti. Eve giren çıkan hiç olmuyordu. Akşamları belli belirsiz gölgeler dolaşıyordu. Hatta öyle ki o gölgeler bazı geceler birbirine karışıp yok oluyordu sanki. Bu belirsizlik hali beni tedirgin etse de, artık bu yoldan dönüşüm olamazdı.

Her şeyi en ince detayına kadar planlamıştım. Kardeşim sadece nöbetçi olacak, geri kalanı ben halledecektim. İçeriye, tüm ışıklar söndüğünde her zaman açık bırakılan arka kapıdan girecektim.

İkimiz ağaçların en sık olduğu yerde, uzanmış karanlığın çökmesini beklerken evi gözetlemeye devam ediyorduk. Rüzgar her zamanki gibi sert esiyor, yapraklar sonbaharın tüm renkleri ile yarı göğe, yarı yere seriliyordu. İnsanın burada hayallere dalmaması olanaksızdı ama ben sadece şu ana odaklanmaya çalışıyordum. En ufak hatamda sadece ben değil canımdan çok sevdiğim kardeşimi de tehlikeye atabilirdim. Nihayet karanlık çöktü. Artık iyiden iyiye üşümeye başlamıştık. Nihayet evin ışıkları birer birer sönmeye başladı. Kardeşim aynı yerde sabit kalacak ve sadece dışarda olağan dışı bir şey olursa haber verecekti. Arka tarafa doğru parmaklarımın ucunda ilerlemiştim. Kapı her zamanki gibi aralıklıydı. Bir tül gibi sessizce içeri süzüldüm.

KAVUŞMA

İçeriye adımımı atar atmaz garip bir ürperti tüm bedenimi sardı. Hem çok aşina hem de çok yabancı hisler kanımda dolaşmaya başladı. Girişte geniş bir antre ve huzursuzluk karşıladı beni. Hem hayallerimdeki gibi hem de korktuğum bir evdi sanki burası. Yerde biblolar, heykeller ve duvarda resimler vardı. İlginç bir şekilde ne kadar yaklaşsam da hiçbirini net göremiyordum. Dokunmak istediğim an sanki elimin içinden süzülüp gidiyorlardı. İlk bulduğum kapıyı açtım. Kapkaranlık bir oda beni bekliyordu. Kapısı, içeri girer girmez arkamdan kapanmıştı. Bir mum odanın ortasında yanıyordu. Oda bomboştu ve bu bomboş odada kaybolup gitmiştim. Hiçbir yere varamıyordum. Ne bir kapısı vardı, ne bir pencere. İçimden çığlık atmak geliyordu. Gözümü sımsıkı kapadım ve açtığımda girdiğim kapı oradaydı. Koşarak açtım ve uzun bir koridordan geçerek salona varmıştım sonunda. Şömine hala yanıyordu. Büyük bir kütüphane vardı. Büyülenmiştim sanki, niçin burada olduğumu unutarak istemsiz bir şekilde kitaplara yöneldim. Yaklaşınca hangi kitap olduklarını anlayamadım yine. Sayfaları çevirdim, okumaya çalıştım. Tüm cümleler birer kazaya kurban gidiyordu. Kitapları bir hınç ile kaldırdım fırlattım. Şömine başında iki koltuk ve aralarında bir masa vardı. Oraya doğru yaklaştım. Koltuğa oturdum. Burası o kadar sıcak ve huzurluydu ki sonsuza kadar burada böylece kalabilirdim. Masada iki farklı fotoğraf vardı. Bu evdeki her şey gibi onlara da yaklaşınca silinmeye başlamıştı. Artık zihnimin dehlizlerinde kaybolmaya başlamıştım. Kendime gelip, bir an önce işe koyulmam lazımdı. Yerimden doğrulup üst kata doğru ilerledim. Merdivene ilk adımımı atar atmaz boşluğa doğru düşmeye başladım. Karanlığın içinde belli belirsiz şeyler yanımdan geçiyor, ben ise son hızla düşmeye devam ediyordum. Yanımdan birden üç yaşımdaki halim belirdi. Hiçbir şeyden habersiz parkta oyun oynuyordu. Koşarak annemin yanına gittim. Annem elimi yüzümü temizleyip saçımdan öptü. Onları bir yabancı gibi uzaktan seyrediyordum. Derken annem elimden tutup, karanlığın içinden kaybolup gitti. Düşmeye devam ederken bir anda on yaşımdaki halim ortaya çıktı. Dudaklarını büzmüş, bir köşede ağlıyordu. Annemi kaybettiğim gün olduğunu hatırladım. Zihnime gömdüğüm gün, karanlığın ortasında doğmuştu.

İşte orada delikanlı halim; ürkek, saf bir şekilde başına gelecekleri bekliyor. İşte orada aşık olduğum kadın. Pembe yanakları, uzun saçları ile yüreğimin içinde gülüyordu. Gelip saçlarıma dokundu. “Başka bir evren de, başka bir yaşam şekli de olsaydı yine seni bulurdum” dedi. Ben ise sımsıkı sarıldım ona. Hiç bitmesin istedim o anın. Bir anda kollarımın arasından kaybolup gitmesi ile düşüp gitmeye devam ediyordum. İşte orada duruyor otuz  yaşımdaki halim. Bir kitabın içinde kaybolmuş, bir roman kahramanının zihninde voltalar atıyor. Kendi yazacağı kitapları düşünüp, kahramanını eliyle öldürdüğü öykülerden bir sağ çıkan arıyordu.

Sonunda ayaklarım yere bastı. Rüyalarımdaki o evrene adım atmışım gibi geldi. Hiçbir yer tanıdık değil, her şey yabancı. Tüm zemini ruhumda hissediyorum. O garip ışık her yeri sarıyor. Derken ayaklarım bacaklarım değişmeye başlıyor. Damarlarımda kan değil sanki sular geziyor. Bir anda tüm bedenim ahşaba dönüyor. İyice büyüyorum. Kocaman bir şey oluyorum. Gerilmeye, kırılmaya başlıyorum. Kollarım odalara, gövdem salona, bacaklarım çatıya, sonunda tüm bedenim hırsızlık yapmaya çalıştığım eve dönüştü. Eve girdiğim zaman göremediğim bibloların, çocukluk oyuncaklarım olduğunu anladım. Duvardaki resimler ise en sevdiğim ressamlara aitti. Heykel sandığım şey ise üç tekerlekli bisikletimdi. Salondaki kütüphane de en sevdiğim kitaplarla doluydu. Okuduğum, okumayı planladığım kitaplar. Şömine önündeki masada bulunan resimler ise aile fotoğraflarım ve kaybolup giden sevgilimle olan fotoğraftı. O içerde gördüğüm gölgeler ise kendi korkularımdan başka bir şey değildi.

Durun bir dakika işte ben, nefes almak için açık bıraktığım kapıdan sessizce içeri giriyor. Bir şey çalmak için çıktığım yolda, hayatta en çok kendimden çaldığımı fark ettim. Ve beni kollasın diye yarı yolda bıraktığım kişiler ise en sevdiklerimdi. Şimdi fark ediyorum. Çaldıklarımı koymak için elimde tuttuğum çanta ise urgandan başka bir şey değil. Aslında yaptığım tüm planlar bunun içinmiş. Kendimin içinde yıldızsız bir gecede kendimi kurban ediyorum.

Boynumu ipten geçirdim, kuru sandalyeyi ayağımın altından itekledim. Aslında anlattığım tüm bu hırsızlık hikayesi, kalbim durana kadar zihnimdeki halüsinasyonlardan başka bir şey değildi.

Geriye tek bir cümle bıraktım.

Kalbim taş gibi katı bir şekilde, çarpıp kendi duvarlarına paramparça oldu. Ve terk ettiğim bu dünya, hiç olmadığım bir yerdi.


Beğendiniz mi? Arkadaşlarınızla paylaşın!

13
1 Paylaş, 13 puanlar

Tepkiniz nedir?

hate hate
0
hate
confused confused
0
confused
fail fail
1
fail
fun fun
0
fun
geeky geeky
0
geeky
love love
31
love
lol lol
0
lol
omg omg
9
omg
win win
2
win

0 Yorumlar

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir