Leyla


“Adım Leylâ. On dokuz yaşındayım. On beş yaşındayken üvey ağabeyimin tecavüzü sonucu hamile kaldım. Katil olduğum için bir süredir hapishanede yaşıyorum. Savaş, önce benim katilimin sonra katili olduğum adamdan doğan istemediğim çocuğum.” 

Leylâ’yla tanıştığımızda yirmi yaşındaydı. Koyu mavi gözlerindeki sonsuz acıyla bütünleştim. Tecavüze ben uğradım, katil bendim, ölen de… İstenmeyen çocuğumun doğumunu soğuk ruhumun sıcak yatağında yaptım. Ölümümle başlayan yeni bir yaşam başladı. Adına “Savaş” dedim. Beş yaşında oldum. Soğuk bir koğuşta yer yatağında yattım. Annem beni koynuna almadı. Benim de adım Savaş oldu. Ömrümü yerden yere savuran bu hikâyede Leylâ nerede kaldı, ben neredeydim, ben de bilemeyecektim.

Üzerimde toprak rengi bir elbise vardı. Dizimin altında biten, kısa kollu, bisiklet yakalı bir elbise. Hâlâ saklarım o elbiseyi, annem almıştı. Bana en son hediyesi de o oldu zaten. Üzerime ilk geçirdiğimde uzun, bukleli saçlarımdan öptü. Beni kokladığı zaman onun ruhuyla karşılaşırdı ruhum. Öyle ya, onun bütünlüğünün bir parçası değil miydim zaten? Sonra da çok yaşamadı birkaç ay sonra gitti. Babamla bir başımıza kalakaldık öyle. Daha doğrusu ben öyle sanmıştım. Annem ölünce babamın eve Gülsün’le gelmesinin arası kırk gün sürdü. Sadece kırk gün. Bu kadar mı yalnızmış, diye düşündüm evde başka bir kadınla karşılaşınca. Gülsün, simsiyah gözleriyle her yerde beni takip eder, ne yaparsam, ne yersem, ne giyersem aynısını yapardı. Yıllarca bir gölge gibi peşimde dolandı durdu. Tabii oğlu da. Bir türlü sevemiyordum ikisini de. Onlar da beni. Az dayağını yemedim o kadının. Üst mahallede bir çocuk vardı benden biraz büyük. Belki bir belki iki yaş. Ne zaman onu görsem yüreğim yerinden çıkacak gibi olurdu. Yüzüm kızarır, ellerim titremeye başlar, kaçacak saklanacak delik arardım. Hele yüzüme bakıp da bir gülümsemesi vardı ki beni anlıyordu diye çok utanırdım. Buraya düştükten sonra beni tek ziyarete gelen o oldu, hâlâ geliyor biliyor musun? Bir camın arkasından konuşuyoruz bazen. Bazen de görüş günlerinde gelip bana kitap getiriyor. Anlatmış mıydım sana? Üniversiteye hazırlanıyordum ben. Ders kitaplarını mecburen ama diğerlerini çok severek okurdum. Bambaşka hayatları orada bulur, hayaller kurar bundan rahatsız olan Gülsün ve adı batasıca oğlu olacak şerefsizin bundan nasıl rahatsız olduğunu izlerdim. Babamsa dünyadan bir haber hergün kahve köşelerinde beni o iki şeytanla yalnız bırakırdı. Adı Şeref’ti. İsmiyle müsemma kişilik. Ne kadar da uyumluymuş değil mi? 

Babam evlendiğinde ve tabii annem öldüğünde sekiz yaşındaydım. Her gün saçlarımı tarayıp koklayarak öpen annemin yokluğuna mı ağlasaydım daha kırkı çıkar çıkmaz evlendiği Gülsün’ün eve gelmesine m? Çocuk aklımla her gün ikisine de ağladım. O zamanlar hangisine ağlamam gerektiğini hatta gerekip gerekmediğini bile bilmiyordum. Adım gibi Leylâ’ydım işte. Yaşım küçük aklım büyüktü, onlarınsa yaşı büyük ama akılları nasıldı o zamanlar bilmiyordum. Özgürlük yaşadığımı sandığım evimden cezaevine geleceğimi hiç düşünmemiştim. Ama işte artık buradayım. Haklı savaşımın haksızlığını yaşıyorum. Elimde onu sevmemi bekleyen bir çocuk ama o pisliğe benzediği için günahsız çocuğumu kucağıma almayı bırak yüzüne bile bakamıyorum. Sen de bana herkesin baktığı gibi bakıyorsun işte. Ama ben seni de göremiyorum şu anda. Bir zamanlar açtığım gözüm şimdi kapalı. Açmanın da bir faydası olduğunu düşünmüyorum artık. Kapalı bir yerdeyim, zihnim de kapalı kalsa bir şey olmaz. Ben böyle iyiyim. 

Gözleri dalıp gidiyordu. Bense sessizce onu izliyordum. Cennet kadar güzel, genç bir kadın karşımda oturuyordu ve ben onu dinlemekten başka hiçbir şey yapamıyordum. Annesinin son hediyesine takıldı aklım. Bir giyip bir çıkarıyordum elbiseyi. Sanki üzerimde kalırsa elbisesi bugüne kadar taşıdığı annesinin hatırasını elinden alırmışım gibi geliyordu. Bu düşünceyle baş edebilecek kadar güçlü değildim. Onun yerine koyup kendimi duygularımla el ele tutuşurken bir yandan da kaçıp kurtulmak, bu konunun peşini bırakmamak için kendimle canhıraş bir kavga veriyordum. Bir yanım “gidemezsin” derken, diğer yanım “rahat mı battı,” diyordu. Batan şey rahat değil rahatsızlıktı. Bir idam mangası vardı sanki peşimde. Kalkıp gidersem askerin biri beni çekip vuracakmış gibi bir hisse kapılıyordum. Hem de sırtımdan. Bu düşünceyi zihnime sapladıktan sonra artık başka bir seçeneğimin kalmadığı da aşikârdı. İkimiz de birbirinin aynı, ayakları paslanmış yeşil oturaklı demir bir sandalyede yüzümüz birbirimize dönük oturuyorduk. Solumuzda uzun geniş bir pencere vardı, dışında da tepeden tırnağa koca koca demirler. Evet, parmaklıklar. Birbirine bağlı binaların arasından gördüğümüz gökyüzü bana yetmezken ona yeterli gelmeye başlayalı beş yıl olmuştu. Arada başını yukarıya kaldırıp geçen bulutlara bakıyordu. Bir ara başını önüne ve sonra yana eğdi. Ellerine bakıyordu. Sessizliğimiz ilk defa bu kadar uzun sürmüştü. Benim zamanım hep onun içindi, ne zaman isterse konuşacaktı ben de bekleyecektim. Mecburen yaşadığı bu hayata bir boyun eğmişti bu. Zamanı geri alsaydık yine onu öldürür müydü? Sormaya cesaret edemeyeceğim belki yegâne soru buydu. Nitekim anlaşmamız da bu şekildeydi Leylâ’yla soru sormamam şartıyla istediği kadarını anlatacaktı. Başını kaldırmadan gözlerime baktı. İlk defa. Kilitlendim. Bu daha çocuk. Çocuk doğurmuş zoraki bir anne. Çocuğunu emzirmeyi reddetmiş, yüzüne bakmamış, koynuna almamış, küçük parmaklarına parmağını vermemiş bir anne. Yirmi yaşında değildi bakan gözler, on beş de değil. Annesinin öldüğü gün kaç yaşındaysa o yaştaydı o bakışlar. Gözlerinin üzerine giydi çiçekli elbisesini. Saçlarını taramam için beni mi bekliyordu. Dokunma yasağı vardı. Dokunursam bütün görüşme biterdi. Hem gardiyan izin vermezdi, zaten Leylâ’da tecavüzden sonra biri ona dokunduğu anda sinir krizi geçirmeye başlıyordu. Gözlerimle sarılmayı o gün öğrendim. Sanırım o da. Bunca yıllık hayatımda öyle bir bakışı ilk defa görmüştüm. Nasıl olduğunu bilmiyorum, sessizliğimizde bir anda ikimizin de iki damla yaş düştü gözlerimizden. Sadece gözlerimle değil acımla da sarıldım ona. İçimden haykırmak, o loş koğuşun içinde çığlıklar atarak başımı duvarlara vurmak istiyordum. O nasıl böyle durabiliyordu. O gözlerin içindeki acıyı benden başka gören yok muydu, hiç mi olmamıştı? On beş yaşında yeni yetme bir genç kız Şeref’i sekiz yerinden delik deşik ederken bunun neden bir bıçak darbesi değil de sekiz darbe olduğunu kimse sorgulamıyor muydu? Leylâ’nın yaralarını oturduğum yerden sayarken ben; ha içeride ha dışarıda olsun onların hep kanayacağını göremeyenleri bu sandalyede oturmaya davet etmek istiyordum. Kıldan ince olduğunu boynumuzun o saniye öğrendim. Elim kolum bağlı. Dilim tutuk. Duygularım şehit düşüyordu birer birer. Buradan çıktığımızda ne ben ne de Leylâ aynı kalacaktık. 

Uzunca bir süre öylece durduk. Göz göze. Ne kadar uzun zamandır ağlamamışım. Çaresizlik hissetmeden ne kadar uzun yaşamışım.

Birinin elinden tutup: “Hadi kalk çıkalım, gidelim, yürüyelim, koşalım, baksana dünya rengârenk demeye utanalı ne kadar uzun zaman olmuş.”

Şimdiden bir farkı yoktu aslında evde geçirdiğim günlerin de. Hepsi birbirinin aynı, isimleri bile yedi günde bir değişen aynılıktaydı. Belki de tek güzel yanı penceremin önünde parmaklık olmamasıydı. Şimdi içim dışım demir parmaklık. Çocuğu sevemiyorum. Bir kez kucağıma aldım o da doğururken. Sonrası malum, başka anneleri var. İlk tacizini ben on yaşındayken yaptı. Sözde şaka yapıyormuş Allah’ın belası. Ben çığlık atınca Gülsün’le babam içeriden koşup yanıma geldi. Eteğimin altından elini soktuğunu söylediğimde Gülsün “ Kaltak ” diye bağırdı, babam da yüzüme okkalı bir tokat indirdi. Bir hafta gözüm mor gezdim. İbreti âlem için beni bakkala gönderdi her gün. 

Evin hâlini bilen herkes hep sessizdi. Bütün mahalle sustu, ben sustum. Şeref denen şerefsiz hem yaptığını bildi hem de gözümün içine baka baka “acıyor mu?” diye sordu her gün. İşitme kaybım var babamdan yediğim tokattan. Bir kulağım yüzde altmış az duyuyor. Belki tedavi ettirseydi beni o pisliğin arkadan sinsice yaklaştığını duyardım. Sol tarafımdan yanaştı geberdiği gün. Gülsün’ün çığlıkları hâlâ kulağımda çınlıyor. Duyan kulağımın içinde yankılandı hepsi. Bayılmışım. Her yerim kan revan içinde. Kendime geldiğimde evin içi kaynıyordu. Herkes bir leşin etrafında dönüp duruyor benden parmak izi alıyorlardı. Nedenini hiç anlamadım. Onu ben öldürdüm zaten. İnkâr edecek değildim. Kimse bacağımın arasından akan kana bakmıyordu o sıra. Parmağımın izi daha mühimmiş demek ki. O gün sustum. İçimde çığlıklar atarken ben dilimden bir tek kelime bile düşmedi. Katil olmak anlıkmış. Tecavüz edilmek de öyle. Hamile kalmak saniyeler, bir çocuk doğurmak aylar, sevmeye çalışmak da yıllar sürüyormuş. Buraya koyduklarında beni günlerce bir duvarın dibinde oturdum. Fevziye abla saçıma dokundu diye onu eşek sudan gelinceye kadar dövdüm. Zor aldılar elimden. Kendime geldiğimde kadının yüzü yara bere içindeydi. Bana her baktığında ağladı. Günlerce hıçkıra hıçkıra. Meğer damadını öldürmüş kızını öldürdü diye. Bilemezdim. Zaten her düşündüğümde de ağlıyorum yaptıklarıma. Şimdi aramız iyi. Bana dokunmamaları gerektiğini öğrendiler artık. Ben de onlara dokunmuyorum. Zamanımın çoğunu ya kitap okutarak ya da doğurduğum çocuğu nasıl severim diye düşünerek geçiriyorum. Geçen gün düştü, başını vurmuş. Önce ben de onunla bir çığlık attım. İçim acıdı. Ama benden evvel başkaları koşunca yanında gidemedim. Çocuğu bana elletmezler diye korktum. Başının yanı şişmiş garibimin. Kıdemli anneler icabına baktılar ben de öyle baktım uzaktan. Ne suçu var hâlbuki onun değil mi? Yok elbet. Ama o pisliğe o kadar benziyor ki sarılsam, kucaklasam sanki affetmişim gibi hissederim diye yapmıyorum. Yapamıyorum. Aklımda bir ses hep bana “Yapma” diyor. Ben de sarılamıyorum, sevemiyorum diye gidip bir köşede onu izliyorum. 

Leylâ’nın bu içten anlatışları beni ona daha çok bağlıyordu. Gözlerimle sarılmaya daha ne kadar dayanabilecektim. Kaybettiği annesi olsa ne yapardı derken annesi yanında olsaydı ve babası böyle bir seçim yapmasaydı bunlar yine de başka bir zamanda başka biri tarafından yaşanır mıydı diye düşünmeden de edemiyordum. Onun anlattığı kadarıyla dinlerken her şeyi ettiğim sessizlik yeminini unutup soru sormayayım diye kendimi zor tutuyordum. Her genç kadın gibi âşık olduğu adamla birlikte olsaydı bambaşka bir hayatı olacaktı. Buna kader diyebilmek ne kadar büyük bir haksızlıktı. Bana üniversiteye gidebilseydi, çok parası olsaydı neler yapardı onlardan bahsetti. 

Üniversiteye gidebilseydim eğer çocuk doktoru olmak isterdim. O zamanlar mahalledeki bütün çocukları eve toplar, akan burunlarını yıkar, temizler, ateşlerine bakar iyi olduklarını anlayana kadar peşlerini bırakmazdım. Annemden kalan bir alışkanlık herhalde. Çok kızardı mahalledeki kadınlara çocukları hasta hasta okula, sokağa gönderiyorlar diye. Elinde bir mendil sürekli peşimizde koşardı. Ihlamur iyi gelirmiş hastalıklara diye annem öldükten sonra her hasta olduğumda kendi başımın çaresine bakmayı ilk defa ıhlamur kaynatarak öğrenmiştim. Sonra da sırasıyla bütün yemekleri yapmayı ve evin küçük kadını olmayı tabii. Gülsün Hanım mahallede ev ev gezerken ben ev işlerini yapıyordum. Zaman içinde üveylik neymiş onu da öğrendim. Onu da kitaplardan. Külkedisi takmışlardı adıma benim gibi masallara meraklı arkadaşlarım. Sahiden de pek bir farkımız yoktu. Hayallerim çocuk doktoru olmaktı ama bunun için de dişimi sıkmaktı. Başıma bunların geleceğini bileydim evden kaçar mıydım diye kendime çok sordum. Sonra soruma soruyla cevap verdim. Kaçsaydım nereye sığınabilirdim? On beş yaşındaydım, annemin ailesinden kalan kimse yoktu. Beni sokakta bulsalar zaten eve geri getirirlerdi. Öyle olsaydı böyle yapsaydım ile geçmiyor tabii zaman, işin içinden de çıkılmıyor.

 Şimdi bulunduğum bu yerden farkı yok düşünmelerimin dönüp dolaşıp aynı yere varıyorum. Bir de çok para kazansaydım sadece çocukların gelebileceği bir hastane yapardım mesela. İçinde onların doktor ve hastanelerden korkmayacağı her türlü imkânları sağlardım. Şırıngalar bile oyuncaklı, renkli olurdu. Bizim ülkemizde böyle bir hastane var mı? Yok.

Kendi sorup kendi cevap veriyordu. Soru soramıyordum ama şükür ki konuşmama izin veriyordu. Gözlerinin gökyüzü gibi güzel, saçlarının ışıl ışıl olduğunu, yaşadıklarının onun bir suçu olmadığını söylüyordum. Sonra fark ettim ki; güzel olduğunu duymak onun için çok acı verici. Adamın sürekli ona söylediği bir şeymiş bu. 

Nefret ediyorum güzel olduğumu duymaktan. Bana hep güzel olduğumu söyler dururdu. “Güzelsem sanane!” dediğim zaman da pis pis sırıtırdı yüzüme. Demek ki güzel olmak bir şey değilmiş değil mi? Bak başıma neler geldi. 

Tecavüzle viraneye dönmüş bu kadının uzun süredir psikolojik destek aldığını da biliyordum, Savaş’ın da. Ama hâlâ anne-oğul arasındaki ilişki sağlanamıyordu. Bir süre sonra buradan çıkacaklardı. Bir işe, eve, çocuğunun okula ihtiyacı olacaktı. Sadece Leylâ için değil burada nefsi müdafaa için yatan bütün kadınlar için aynı sorun vardı. Kaçının şansı yaver giderdi, kaç kadın katil damgası yedikten sonra kendine ve ailesine bakabilmek için iş bulabilirdi bilmiyorum. Benim burada bulunma nedenim sadece gerçek bir hikâye yazabilmekti ondan ötesinde ne yapabileceğime cevap bulamıyordum. Bu işin bu kadar zor olabileceği hiç aklıma gelmemişti. Yaşadığımız rengârenk hayatlar içinde duyup, izlediğimiz, sadece medyadan takip ettiğimiz kilitli kapıların arkasında yaşanan gerçekleri ve onun verdiği acılarla biz bile baş edemezken bu genç kadının hâli için kimler utanç duymalıydı? Kendi düşüncelerime dalmış gitmişim. Leylâ’nın sesiyle irkildim. 

“Korkuttum sizi? Özür dilerim.”

“Korkmadım Leylâ. Sadece buradan çıktığında senin için ne yapabilirim diye düşünüyordum.”

Gözler doldu gülümserken. 

“Ben buradan başka bir hayat bilmiyorum uzun süredir. Gidecek bir yerim yok. Babam ölmüş. Hoş hayatta olsaydı da yanına gider miydim ki, asla. Arada ben de düşünüyorum. Önce bir iş bulmam gerekecek, Savaş var.” 

Savaş’ı yetiştirme yurduna vermesinden ölesiye korkuyordum. Ya çaresiz kalırsa, ya çocuğa alışamazsa, ya tedaviler işe yaramazsa. Aklımdaki bunca sorunun cevabı ondaydı. Bir yanlış yorum yapar da istemediği bir yere ok atarsam diye ödüm patlıyordu. Sonra devam etti: 

“Fevziye ablanın bir akrabası varmış. Mahalle arasında ev yemekleri yapan bir lokantası varmış. İstersem beni oraya aşçı olarak sokarmış. Bir şartı var. Savaş olmadan olmazmış. Biliyor musun, buraya gelen psikolog hanımda Savaş’la aramızı düzeltmeye çalışıyor. Ben de eskisi gibi masadan kalkıp gitmiyorum. Dinliyorum onun dediklerini. O da bana birkaç kitap hediye etti. Anne ve çocuk ilişkisiyle ilgili. Oradaki resimlere bakarken hem annelerin hem de çocukların mutluluğunu görüyorum. Hem hoşuma gidiyor hem de üzülüyorum. Geçenlerde Cihan geldi yine. Hani şu mahallede sevdiğim çocuk vardı ya bana kitaplar getiren. O işte. O da bana Savaş’a okumam için masal kitapları, boyama defterleri getirmiş. Savaş’a uzattığımda bana güldü. Boyadığı resimleri bana gösterdi. Beğendiğimi anlasın diye başımı salladım.” 

Belli ki daha yolları vardı. Belki de bu işi herkesten evvel Cihan’la Savaş çözeceklerdi. Önce kendi aralarında sonra da Leylâ’yla. Buradan çıkmasına daha zamanı vardı. Mecbur bırakıldığı için katil olan bir insan, bir kadın, bir anne oturuyordu karşımda. Yaşadığı onca sözlü taciz, tecavüz ve zoraki anneliğinin sonucunda bile buradan çıktıktan sonra ne yapacağını düşünüyor olması ümit vericiydi. Bundan iki yıl evvel tacize uğrayan Nermin’in kendini asması hepimizi çok üzmüştü. O da tacizcisinin katili olmuş sonra da dayanamayıp kendini asmıştı. Asıl korkumuz bu olmuştu artık. Kadınların kendisini suçlu hissetmesi. Leylâ’nın konuşmasına devam etmesini bekliyordum. O, ses kayıt cihazımı, arada not aldığım defterimi bir de boynumdaki kolyeyi dikkatle inceliyordu.

Her şeyi mi yazacaksın?” diye sordu. 

“İsimler hariç her şeyi yazacağım, evet.” 

“Bu hikâyelerin okuyanlar üzerinde etkili olacağını düşünüyor musun?”

“Düşünmüyorum. İnanıyorum. Bu çok güçlü bir inanç. Ama insanların ne yapmaları gerektiği konusunu çok araştırmadığını ve bu işlerin yani bu görüşmelerin de çok kolay sağlanmadığını biliyorum. Okuyacaklarına inanıyorum ama sonrasında neler olur gerçekten ben de bilmiyorum. “

Bakışı bana çok umutsuz gelse de ben bunun geçici bir durum olduğuna inanmak istedim. Hepimizin çabası onları yeniden topluma kazandırabilmekti. Yeni bir hayat kurup yeni ve istedikleri gibi yaşayabilme özgürlüğüne sonunda kavuşabilmelerini sağlayabilmekti. Hafıza denen kuyunun ne dipsiz ne deliklerle dolu olduğu gerçeği kaçınılmazdı. Ezelden beri kadınların çektiği ıstıraplar, psikolojik şiddet karşısında başkalarına ihtiyaç duymaları, endişeleri, korkuları, uğradıkları tacizler tecavüzler, sözlü tecavüzleri saymıyorum bile, işte bunların hepsi birer dipsiz kuyuydu. Geçiyordu her şey ama geçmiyordu. Geçti sayıyorduk. Leylâ’yla artık bunlar son görüşmelerimizdi. Bu görüşmeden bir ay sonra Savaş’la resim yapmaya başladığını öğrendim. Yoğun bir terapi sürecine girmişler bu sırada. Cihan’ın dışarıdan desteği büyükmüş. Savaş’a kıyafetler ve oyuncaklar getiriyormuş. Leylâ’ya üzerinde üç kalp olan altın bir kolye hediye etmiş. Son gittiğimde boynundaydı. Eli sürekli kolyesindeydi. Son konuşmalarımız bir öncekinden daha farklıydı. Sevildiğini anlayan bir kadının şartlar, ortam, kişiler kim ve ne olursa olsun hızla iyileşebileceğine gözlerimle şahit oldum. Cezaevinden altı ay sonra çıktı Leylâ. Savaş’ın elinden tutarak. Ayrıldığı gün oradaydım. Cihan gelip onları aldı. Leylâ’nın karşı cinsle sağlıklı bir ilişkiye girebilmesi için terapileri devam ediyordu. Cihan’ın çabası, gösterdiği ilgi, verdiği sevgi, sabır onları bir arada tutmaya yetecek miydi bilmiyorum, Leylâ kendini böyle bir ilişkide görmek isteyecek miydi, hafıza yaralarını sarabilecek miydi Cihan ve bir ömür bunu sırtlayabilecek kadar güçlü müydü? 

Leylâ ilk birkaç yıl Cihan’dan gelen hiçbir yardımı kabul etmeden lokantada çalışmaya başladı. Savaş’ı okula yazdırdı. Fevziye Abla, her ikisine de uzunca bir süre annelik etti ki şu anda hem Leylâ ona Anne olarak sesleniyor hem Savaş anneanne diyor. Cihan umudunu kesmeden ara ara ziyaretlere devam ediyor. Ben de arada sırada hem onları görmek için hem de Leylâ’nın güzel yemeklerini yemek için lokantaya gidiyorum. Savaş’ın mutluluğunu, emin ellerde olduğunu, Leylâ’nın yeni bir hayata uyum sağlarken dışarıdan okulunu bitirme hevesini ben de onlarla yaşıyorum. 

Geçermiş. Öyle ya da böyle ama bir şekilde geçermiş. Mesele neyin, nasıl geçtiği. Bazen de geçemediği.


Beğendiniz mi? Arkadaşlarınızla paylaşın!

Tepkiniz nedir?

hate hate
0
hate
confused confused
0
confused
fail fail
1
fail
fun fun
0
fun
geeky geeky
0
geeky
love love
2
love
lol lol
0
lol
omg omg
0
omg
win win
0
win

0 Yorumlar

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir