Ada Hikayesi


Boğaz dile gelse, binlerce yıllık zaman süzgecinde kaç farklı lisan, insan, tören ve kaç farklı eserin yapılış ve kayboluş hikayesini anlatırdı.

Güneşin ışıkları, rüzgarın uğultusu, kuşların sesi ile Ada’da gözümüzü açsak. Yarım kalmış hayallerle Ada’dan İstanbul’a baksak; ada empatisi güçlü bir sevgili gibi bizi sarar. Ada iskelesinden İstanbul sadece yirmi dakika… Ben buna zaman terapisi diyorum. Doğu ile batının ortasından geçiyormuş hissi de cabası oluyor. İstanbul’da yaşamak değil, İstanbullu olmakta önemli.  ‘’Son dakikalarını nasıl geçirmek istiyorsun?’’ diye sorsalar; “İstanbul’u izleyerek” derdim herhalde.

Herkes kendi telaşında, kalabalıklarında ve yalnızlığında köprüye bakarak Eminönü’ne iniyordu. Vapur iskeleye yanaşmak üzereydi. Balık ekmek  kokusu, Yeni Cami’nin güvercinleri , Sirkeci Tren Garı  ve Cağaloğlu yokuşu vapurdan inecekleri karşılıyordu. Oralarda duygular vardı. Kimler bu resmin neresindeydi?  Fark etmeden yanından geçtiklerim de vardı elbet. Onlar da o yollarda seslerini, gülüşlerini, bakışlarını bırakarak yürüyorlardı. Tanaş Amca’nın hızla dükkanına gidişi görülmeye değerdi. Pastanesinde bugün yine yeni güzel tatlar imal edecekti. Yaptıklarının tarifini vermekten de kaçınmazdı, masal gibi anlatırdı. Bildiklerini aktarabileceği hiç kimsesinin kalmadığını biliyordu artık belki de tarifleri ile anılmak istiyordu. Oğlu, Yunanlı kadın ile evlendikten sonra Atina’ya yerleşmiş ailesiyle bağı yaz aylarında bir hafta için ada’ya geldiği günler ile sınırlanmıştı. Baba evini bile bir Rum evi olarak görmüyordu. Tariflerin reçeteleri her geçen gün daha fazla sohbetin içine katılır olmuştu.

Öyle uydurma tarifler de değildiler üstelik. Damıtılmış, hatıraların varlığıyla da yoğrulmuşlardı. Hem batı hem de doğu tadlarını barındırıyorlardı. Hele vitrindeki güzelliklere bakıp yutkunan diyet yapan genç kızlara ayaküstü verdiği tarif benim bile ezberimdedir. “10 kaşık yulaf ezmesi, 3 muz, 3 küçük kare rendelenmiş bitter çikolata, tarçın, karıştır top yap, diz yağlı kağıt serilmiş fırın tepsisine 15 dakika sonra tatlın hazır, kalorisi az damak tadı yüksek” derdi. Bazı haftasonları bu toplardan çokça yapar. Ada da oynayan çocukların arasına gelir dağıtırdı. 

Deniz üstündeki kahveye geçer, sigarasını yakar, garsonun bildiği kahvesini yapıp getirmesini beklerdi. Sonra da aralarında hiç bitmeyen muhabbetleri başlardı. Ayağına çabuk, eline sağlam, müşterisine güleryüzlü bir adamdı. Kaprisli müşterilerine “Kahveyi Eminönü’ne gidip Mehmet Efendi’den alırım niye beğenmezsiniz?” derdi de fazlasını demezdi.

Garson  Trabzon’dan fi tarihinde göç edip gelmiş bir ailenin oğluydu. Babası kantarcılık yapardı. O  günlerde delikanlı burnu yastıkta, ağzı yorgan hizasında, kirpi gibi büzüşür yatar, uyurdu. Kantarcılık işi hoşuna gitmediğinden babası ölünce kahvecilik yapmayı daha uygun buldu. Tanaş Amca ve garson Yakup ki -kendisine böyle seslenilmesinden hoşlanırdı-  bu kahvede yaşanan ya da sadece hayal edilip anlatılan hikayeleri dinler, biriktirirlerdi. Yalnızlık sadece hikayedeki kahramanların değil onlarında yalnızlığıydı. Beraber dinler; kimler nerede neler kaybetmiş, kaybederken neleri anlamış, anladıktan sonra neye sarılmak istemiş hepsine farklı anlamlar yükler, sessizce o yaşamların içine sızarlardı.Her hikayenin anlatılmaya başlaması onlar için bir eşikti.

Tam o anlarda birkaç martı sesi duyulmasa olmazdı. Erdoğan abi kendi kıyısından onları balıkla besliyordu. Bu adamın gülümseyişinde hem bir meydan okuma hem de sanki hafif bir mahcubiyet vardı. O sessiz kıyıdaki eve giderken bendeki anılarda sanki canlanmıştı. Bir gün bana şöyle sordu:

“Bana gerçekten kaybettiğin bir şey söyle! Dur, daha ileri gideyim. Kaybetmeyi göze aldığın bir şey söyle.” Susmuş masadaki dergilere gözümü dikmiştim. Denizle alakalı bir dergiydi. Üstünde bir yelkenli fotoğrafı vardı. Fotoğrafın çağrışımından etkilenip “Galiba açık denize çıkmam gerek sana yanıt vermek için,” dedim. Gülümsememde kesin küstahlık vardı. Söylediklerimi onaylar gibi başını sallayarak gülümsedi. Birden ciddileşti. “Bence kaybettiklerin var. Mutlaka var. Yoksa niçin yazmak isteyesin? Üstüne gidip yüzleşmek için yazacaksın.” Üzülmüştüm. Üzüldüğümü farkedip hafif bir tedirgin olmuştu. Konuyu kendine çevirme çabasına girdi; dinlemek, görmek, seyretmek ve bilmediğim hikayelerin içine girmem için akşam güneş rakı burcuna girdiğinde yani; günbatımında rakı balık yapmayı teklif etti.

Şaşkınlığımla baş etme telaşındayken ben; o sofrayı kurmaya başlamıştı. Pembe kareli örtünün üzerine patlıcan salatası, roka, ve domatesleri koymuştu.  Pek birşey yok ama plansız bu kadar olur der gibi bir bakış attı. Peynir tabağını ve kavun dilimlerini masaya bırakırken arada sinirler kısa devre yapıyor, bacağım yine attı; ‘’ kalk çek şu mangalı yanıma’’ dedi. Bu beni de dahil edişinin göstergesiydi. Hikayesini  farklı anlatacaktı; o uzun sohbetlerde gece de  uzun olacaktı. 

Tanaş amca evine gitmek için neden benim geçtiğim yoldan gelip yolunu uzatmıştı. Afiyet olsuun diye seslenişinde beni de çağırsanıza der gibiydi. Erdoğan amca da fark etmiş olacak ki hemen buyur etti. Hikayesine onu da mı dahil etmek istemişti. Ada arkadaşlığımı ada yalnızlığımı  bunu gerektitiyordu!

Hemen bir kadeh daha doldurdu uzattı. ‘’Yeter bre yahu çalış çalış ne olacak senin halin’’ diyerek tanaş amcanın şerefine kadeh kaldırıp aldı ilk yudumunu. Ben de bir sigara yaktım. Bu dekor hiç değişmeden kalsın istedim oturan insanın üç hali gibiyiz diye geçirdim içimden. Katı Tanaş amca; Sıvı Erdoğan amca, Gaz hali de ben. Erdoğan amca maceraperest kimliğini askıya almış Tanaş amca’ya hayat dersi veriyordu. ‘’ Para dediğin hayatını güzelleştirmiyorsa bir halta yaramaz. Bir gün lazım olur harcarım diye kendini garantiye almak için tutarsan çok değer kaybeder. İktidar olmak için kullanırsan kire bulaştırır. Kazandığını eline geçeni harcayacaksın. Bu kadar! Yaşayacağın nefes alacağın işte bu an tamam mı? diyerek kadehini doldurayım diye bana uzattı. Böyle bir gecede içilmezmiydi? o akşam bu akşamdı işte. Hayat tecrübeleri böylesini gerektiriyor çünkü. 

Aklıma gelenlerin hayata bakış açımı ortaya koyduğunun farkındayım. Herkes kendi yerindeyken, istediği hayatı seçebilmiş ya da seçememişken. Temkini elden bıraktığımız anlar da vardır çünkü, yarını ve kaygılarını düşünemediğimiz ya da düşünmek istemediğimiz anlar. 

Tanaş Amca bu gelgitleri yıllarca yaşadı. Bazen yükseliyor bazen alçalıyordu. O su içindeki umuttu. Bu sebeple mi hayata inancını canlı tutmaya çalışıyor. Hayatta havada kalan anlamlandıramadığımız bir çok duygu yok mu? Hem beni daha çok bu hallerin ardındakiler ve yaşanmışlıklar ilgilendiriyor.

“Oyalanıyorum, ne yapayım. Hayatım öyle geçti. Oyalanarak,” diyen Tanaş Amcanın yüksek tonlu sesi ile kendi dalgınlığımdan utandım. Bu akşamın hikayesi bitmeyecek;  anlatılanların cazibesi benim kulağıma fısıldananlarda toplanacak, hatırladıklarımla onların hikayesinin yolunda yürümek, yürüyebildiğimi hissetmek ve ada insanlarıyla yürüyebileceğime inanmak istiyorum. Bu hikayede size tanıdık gelen biri var mı?           


Beğendiniz mi? Arkadaşlarınızla paylaşın!

Tepkiniz nedir?

hate hate
0
hate
confused confused
0
confused
fail fail
0
fail
fun fun
0
fun
geeky geeky
0
geeky
love love
1
love
lol lol
0
lol
omg omg
0
omg
win win
1
win

0 Yorumlar

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir