ÇİFT BURMA(Aysel Aksulu)
“Hanım, sesini kıs. Burası Emniyet, burada böyle bağıramazsın!”
“Bağırırım. Sustur hadi, sustur!”
Şoktaydı Zeliş. Kendi sesini duymayacak, tanıyamayacak kadar şoktaydı.
“Ali Kemal, alın oğlum bu kadını aşağıya indirin. Amirimden fırça yiyeceğiz şimdi. Birazdan muayeneye gidecek. Aşağıda beklesin. Başında da biriniz durun.”
“Emredersin komiserim. Niye getirmişler bunu?”
“Kocasını deşmiş.”
En çok susanlar bağırır. Sesli sessiz, ama tıkalı kulakların duyamadığı ne çok çığlıklar var kim bilir? En zoru; susarak bağıranların yaşadıklarıdır. O bağırışlar yankı olur dumanlı dağların başında, dibe çöken çamur olur hayatın akışında. Bazılarına göre ana, babanındır hak. Kocanındır mesela. Hakkına düşeni kabullenmekte, ataya kocaya boyun eğmektir.
Zeliş’in yüreği gurbet. Zeliş’in yüreği hasret. Yatağında bir koca. Nikâhta dedi anası babası, daha çok anası; keramet vardır. Ne ola ki adamı sevmek. O seni sevsin yeter. Kıvrılıverdin mi yılan gibi koynunda nasıl sever bak gör. Bağırdı. Gerçekten bağırdı. Midesi bulandı. Kusamadı ama. Taş oldu midesinde kocaman. “Yok,” dedi. “İstemiyorum. Kocaman adam o.” Birini de sevememişti ki ona kaçsın.
On altısını yeni bitirmişti Zeliş. Babasının bilmem hangi akrabasının komşusu talip oldu. Kırk beş yaşında, kısa boylu, şişman sayılabilecek bayağı bir adamdı işte. Oğluna istemeye geldi sanmıştı ilk önce. Alışverişe gidince ayakları suya erdi. Müstakbel kocası özenmiş takım elbise giymişti. Babası ile birlikte önlerinde yürürken;
“Kalın çift burma alacaksın, kösteğinde iki metreden az olmayacak. El değmemiş gonca veriyoruz. Pırlanta seti de unutma. Kuyumcu dükkânını alsa anca.”
“Ana ben varmam o adama. Babam kadar. Korkuyorum ben.”
Bağırdı çarşının ortasında Zeliş.
“Sus be, deli deli bağırma! Ayağımıza gelmiş kısmeti tepecek misin? Ne korkuyorsun? Zengin adam, benim gibi çekmeyeceksin. Ben hem fakirlik hem bu herifi çektim yıllardır. Sus hadi. Çabuk yetişelim. Bak kuyumcuya giriyorlar. Unutma çift burma.”
Çift burma, beş burma, on bin burma. Kaç burma oldu Zeliş’in yüreği sayılmaz. Yüreğiyle bağırdı ama sesi içine gitmişti. Zaten bir daha da çıkmadı zavallının yürek sesi. Düğün günü hoca nikâhı kıyılacaktı. Babası çekti bir kenara;
“Resmi nikâhı çocuk doğurunca yapacakmış damat. Elini çabuk tut. Çok malı mülkü var herifin.”
Midesi bulandı Zeliş’in. Bir babanın söyleyebileceği şeyler mi bunlar diye kıvrandı. Kıvrandı ama burmaların arasında.
Kocası, kocasının ablası ve cübbeli, sarıklı bir hocayla birlikte çıktı baba evinden. Kapının önünde bekleyen taksiye binip gitti. On altı yaşında bir çiçek. Yaprakları gelinliğinin eteğine dökülmeye başlamış, vaktinden önce solmaya başlayan bir çiçek. Gerdek nedir, bir fikri yok! Anası burmaları anlatmaktan kızını evliliğe hazırlamamış. Bu işi görümce seve seve üstlendi.
Yatak odasına götürüp;
“Ağabeyim kimi istese alır. Geldin diye güvenme. Hizmetinde, yatağında kusur istemem. Öyle korunma filan da yok. Çocuk doğuracaksın hemen. Erkek çocuk. O zaman memnun kalırsak hükümet nikâhı yaparız.”
Sustu Zeliş. Yatakta kusur olmasın diye çarşafın sarkan yerlerini düzeltti. Yastıkları kabarttı. Recep Efendi gelin odasına girdiğinde gözlerine baktı Zeliş. Merhamet aradı. Karasından başka bir yerini göremedi. Akları kıpkırmızı, sakallı yanakları kıpkırmızı. Üzerine boca ettiği ucuz parfüm ve bütün gece içtiği rakının kokusu kırmızılığın sebebini açıklıyordu. Merhamet. Ondan eser yok. Önce kendi soyundu. Zeliş ne yapacağını, nereye bakacağını şaşırıyordu.
“Soyunsana zilli. Ne bekliyorsun? Anan öğretmedi mi sana? Burmaları dizerken iyiydi açgözlü köpek”
Öylece durdu Zeliş. Recep Efendi hırsla üzerine atladı. Gelinliği çıkardı mı, parçaladı mı anlayamadı zavallı. Daha sonrasını da anlayamadı. Üç karı eskitmiş, gözü sübyanlarda olan bu tıynetsiz adamı hiç anlayamadı. Sonra ki günlerde Recep Efendi çok hırpaladı zavallıyı. Günün hangi saati, gecenin hangi yarısı, ne zaman aklına düşerse hırpaladı Zeliş’i. Karşı geldikçe sopa yedi. Çift burmalar geri alındı. Sapık herifin bildiği her türlü ilişki ile sınandı. Kuşlar gibi bağırdı Zeliş. Kimselere duyuramadı sesini.
Zaten sakin, içine kapanık bir çocuktu. Şimdi, her gün ölümü çağıran bir kadına dönüştü. Anasına ne gidebiliyordu ne de onlar gelebiliyordu. Bakkal, pazar, komşu, arkadaş hiç biri yoktu. Yasaktı. Tekmil vazifesi yatakta kusur etmemekti. Haber yolladı annesine. Beyhude.
“Gelinlikle girdi, kefenle çıkacak” diye cevap geldi.
Bu gece de canının, ruhunun, kadınlığının yanacağı bir akşam olduğunu anladı Recep Efendinin halinden. Yastığının altına en büyük ekmek bıçağını koydu. Ya kendi çıkacaktı kefenle, ya da bu herif. Önce yalvardı Zeliş. Ayaklarına kapandı. Her kapanışta bir tekme yedi karnına. Sanki canı karnındaydı da tekmeyle savrulup çıkmıştı. Öyle kıvrandı ki tarifi mümkün değil. Ayağa kalkmaya çalışırken bacak arasından akan kanları gördü Zeliş. Gebeydi. Bu güne kadar anlayamadığı her şeyin içinde gebeydi. Aldırmadı Recep Efendi. Zeliş yatağa fırlatıldıktan sonra yüzükoyun, elleri yastığın altında bekledi.
Eline soğuk çelik değdiğinde, kendi bedeni, aklı ayaza kesti. Elini kurtarmak istiyor muydu? Elini kurtarırsa kendini kurtaramayacaktı. Buzun buza yapışma hissini yaşadı o anda. Ayrılamıyordu elleri çelikten. Önce ellerinde bir acı hissetti. Muhtemel bırakmamak için sıktığı bıçak avuçlarını kesmişti. Çıldırdı, aklını yitirdi.
“Benim kanım olmayacak artık dökülen şerefsiz,” diye bağırarak üzerine abanmaya çalışan Recep Efendi’nin kalbine bıçağı soktu. Sadece sapı görünüyordu. Çevire çevire, bura bura adamın pis kanının akmasını izledi bir süre. Tepine, tepine yataktan düşen adamın üzerinden atlayarak, üzerinde bir atlet ve pijamayla koşmaya başladı. Koştu, bağırdı. Sesinin son tınısına kadar bağırdı. Biraz sonra ekip arabası yanına gelmişti Zeliş’in. Bacaklarındaki ve elindeki kanları görünce derdest edip emniyete getirdiler.
Hastaneye götürülmeyi beklerken Zeliş’in sesini herkes duymuştu.
0 Yorumlar