Güneş, kendisi etrafında dans eden Dünya’ya bir kez daha selam çakıp bu şeffaf enginliği ışınlarıyla alından altınına kadar boyayıp en sonunda maviye teslim edeli çok oluyordu.
“Günaydın, nereye böyle sabah sabah?”
“Günaydın, sahil tarafında işim var, siz ne yapıyorsunuz?”
“Annemle simit almaya çıkmıştık. İyi gördüm seni, toparlamışsın.”
“Sağ ol, iyiyim. Görüşürüz.”
Ardında sahili saklayan köşeyi dönerken beş adım gerisindeki fısıltılar yavaşça kulağına süzülüyordu:
“Ne oldu bunun işi, hapse mi girdi yoksa?”
“Yok be anne, nerden çıkarıyorsun? Epey borcu vardı da, ödemiş herhalde.”
“Aman neyse, senden isterse yine sav gitsin, şurada etimiz ne budumuz ne, dükkanımız var diye zengin mi olduk?”
Üzerine hiç kalkmamacasına uzanmak isteyeceği dinginlikteki mavi çarşafın narin hareketlerini izleyerek içine giren bu fısıltıları usulca suya bırakaraktı.
“Günaydın, bugün uzun zamandan sonra güzel haberlerle geldim sana.”
“Ben de nerede kaldı diyordum, malum alıştım. Söyle bakalım neymiş güzel haberler?”
“Öncelikle annemizin kolu tamamen düzeldi, doktor bir başka ani üzüntüde yine felç riski olduğunu hatırlattı ama şu an her şeyi rahatça tutabiliyor. Diğeriyse borcun son taksidi dün ödendi. Az önce Samet’i gördüm annesiyle, kulaktan kulağa oynar misali ahali beni mahpus damına kadar taşımış. Hadi bir deli kuyuya taş atar da diğer kırk akıllı da aslında o taşı çıkarmak istemiyor bence, eğlenceli geliyor onlara da. Para… Dünyadaki en zehirli ilaç… İçsen kanını zehirleyişi ayrı dert, içmesen mahrumiyetinden ölecek hücreler ayrı dert. Öyle kalın kumaştan bir perdesi var ki önüne çektiği göz, misal Samet’inki, bin yıllık dostunu bile göremeyebiliyor. Hani insanlara dürüstlüğünü, mertliğini nice defa göstermişsindir ya, para onların da süpürgesi oluyormuş onu anladım. Boş işte, milyarlarca insanın boşluğuyla dolu bir yuvarlakta dönüyoruz. Arada Aykut gibi koca kalplilerin hatırı da olmasa zaten dönmeyecek de. Hayat ne garip değil mi abi? Yıllarca babamın hor gördüğü müzik yeteneğim, uyduruk bir deterjan firmasına üç kuruşa gitse de beni kurtarmaya yeten reklam cıngılına dönüşmese cidden hapis yatmam işten bile değildi. Babama sorsan vakti zamanında subay olaydım ne o lanet olasıca kafeyi açıp vergi kaçakçısı konumuna düşecek ne de bu “soytarı” beste zımbırtılarına muhtaç olacaktım. Bir de iktisat okumuş adam olarak mali dertler girdabına sürüklendim ya daha ölene kadar dilindeyim. Fakat biliyor musun yine de yağmurunu yeryüzüne bırakmış bulut kadar hafif hissediyorum. Artık babamın balyozu beni ezemiyor, hani o balyoz yaylı bir kutuya iniyor da o ne kadar kuvvetle vurursa yaylar kutunun kapağını daha çok açıyor gibi. Gerçekliğin ipiyle acının toprağına bağlıyım ama öte yandan kendimi kendimle kurtarmanın dayanılmaz hafifliğiyle süzülüyorum.”
“Ama sorun senin mali işleri anlamaman değildi Erkan biliyorsun. Sorun senin insan tanıyamaman, o Hilmi soysuzuna güvenip beni dinlememendi. Vergiyi kaçırıp, üstüne yıkarak tüyen o, bir kere bile hesaplara bakmama akılsızlığında olan sensin. Zaten kaza günü beni çileden, direksiyonu da kontrolden çıkaran, ona benden çok güvenmendi.”
“ Abi dur tamam lütfen, oraya girmeyelim şimdi. Yarın konuşuruz bunları, hem yarın… Neyse…”
“Yarın ne? Ben hep buradayım biliyorsun. Huzurluyum, o yüzden kendini yiyip bitirme daha fazla. “
***
Ertesi güne telefonuna düşen mesajın sesiyle uyandı:
“Akşam olmaz, öğle yemeğine gidelim” Bu kısa buyurganlığa yazıyla değil sesle cümle israf etmek istedi:
“Alo, günaydın. Madem akşam uygun değilsin yarına erteleyelim.”
“Yarın da olmaz, annem gelecek. Şimdi işe gitmeden kahvaltı da yapabiliriz.”
“Şimdi olmaz sahilde işim var.”
“Yine mi sahil? Biriyle mi buluşuyorsun sen orada yoksa?”
“Ne diyorsun Şule Allah aşkına ya, tamam istediğin bir akşamı söyle yeter.”
***
“Günaydın kerata, ne bu surat böyle?”
“Günaydın abi, Şule işte yine. Bir yemeğe çıkacağız ayarlayamadı gitti. Neyse sonuncusu da gönlüne göre olsun.”
“Sonuncusu?”
“Evet bitti işte.”
“Oğlum sen iyi misin? Bu kızı tavlaman için nerdeyse tüm Datça’yı seferber edecektik, nasıl bitti?”
“Dikkat ettiysen yemeği “ayarlayamadık” demedim “ayarlayamadı” dedim. Ben hep ona ayarlı yaşadım abi. Aslında onun hiç suçu yok. En başta ilgisini çekmek için, sonrasında da darılmasın gönlü olsun diye ben izin verdim. İşin acı tarafı bir kere de benim istediğim gibi olsun diye diretseydim kapanan kapının menteşe sesini duyacağımdan çok eminim. Zaten bu korku değil miydi beni ‘olsun be ne olacak’lara sığındıran?”
O gün haşin yüzü görülen denizin sesi de başka seslere tahammülü yokmuşçasına öfkeliydi.
“Bağırmana gerek yok, her hâlükârda seni duyabilirim.”
“Ferahlıyorum bağırınca. Sana uğradığımı bile anlatamıyorum ona. Ahh… Birinin yanında özgürce saçmalamayı özledim…Herhangi bir şeyin gözünün tam önünde var olması onu görmene yetmiyor. Görmeyi istemelisin de. Abi ben Şule’nin yanında sevdiğim şarkıları bile dinleyemedim. Zıt kutuplar çeker filan yalan, kutbun zıttı, aynısı değil mesele. Kendine en yabancı geleni bile sırf o seviyor diye hoş görmendir aradaki tutkal. Tanışırken ilgisini çekmek için sevmediğim şeyleri bile sever gibi göstermeyi, sırf bu tutkalı oluşturmak için, sürdürmeye mecbur olduğumu görmek istemedim. Ta ki fizik tedavi sırasında bedenimdekiler kadar ruhumun kaslarının da gücünün kalmadığını anlayana kadar. Aslında bakıyorum da Şule beni hiç tanımadı. Onun tanıdığına Serkan diyelim, Gürkan diyelim ama Erkan değil o abi. Hani diyordum ya “keşke kızları tavlamayı beceren flörtözlere azıcık benzeseydim” diye, vazgeçtim.
Benzemeyi istemek bile kendinden kopuş aslında. Asılmayı da tavlama numaralarını da bilmeyen olarak kabul edilmeyi beklemeliydim. Böylesi iki kişilik yalnızlıktansa platonik kalsaymış diyorum, en azından kendimleydim. Bırak Şule’yi annem babam bile Erkan’ı tanımıyor. Konservatuvar hayalindeki çocuktan subay çıkarmaya çalışan babam… Babamızı mutlu etme misyonlu annemize daha çok gölge düşmesin diye konservatuvardan vazgeçen ben… Fedakâr(!) ama tanışmayan bir aile, nasıl? Çok yoruldum… Artık kaybettiğim “ben”de dinlenmek istiyorum. Şaşıracaksın ama buradan da gidiyorum.”
“Nereye? Bırakıyor musun beni?”
“Seni değil abi, denizi. Merak etme onu da uzun boylu terk edemem bilirsin. Sadece bir süreliğine Ankara’nın gri ceketini giyeceğim. Üstelik iki işim var artık. Aykut’um akşamları çalabileceğim bir mekân ayarladı. Hem sen nereye gitsem benimle değil misin? Şu hayatta beni şeffaf olarak kabul eden bir tek sen vardın. Bu… Çok acımasızca… Kendimi bulmamın bedeli seni kaybetmek olmamalıydı… Bazen diyorum ki keşke ben de o kazada…”
***
Sahildeki küçük çay bahçesinin penceresinden merakla izlediği adama dair sorularını, çayını getiren Süleyman Amca’ya diliyle değil gözleriyle sordu.
“Her gün gelir böyle mırıl mırıl denize karşı konuşur gider. Kendi kendine konuşuyor diye meczup filan sanma ha, kaybı büyük. Derdini suya anlatmak ferahlatır derler.”
Doğru diye düşündü genç kadın, önündeki “Suzan Defter”de az önce okuduğu cümlenin tesadüfüne şaşırarak: “İnsan kendi kendine konuşur, ya kendi kendine yazar. Kendi kendine konuşmayı makbul saymazlar. Oysa ne fark var ki arada?”
0 Yorumlar